1 Ocak 2017 Pazar

Münafık Ahlaksızlığı ve Oyunları (6/7)

Münafık İslam'a Hizmet Konusunda Çok Tembeldir

Önceki bölümlerde de anlatıldığı gibi, münafığın Müslümanlar arasında bulunma sebebi Allah'a olan inancı ya da Kuran ahlakını yaşama isteği değildir. Münafık hem Müslümanların sahip oldukları nimetlerden yararlanmak hem de Müslümanlar hakkında istihbarat toplayıp inkar edenlere güç kazandırmak ister. Dolayısıyla da Müslümanlarla idealleri ve hedefleri tamamen farklıdır.
Müslümanlar Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmak için yaşarlar. Bunun için de sabahtan akşama kadar her anlarında Allah'ın en beğeneceği ahlakı göstermeye; hep doğrudan, iyiden ve güzel olandan yana seçimler yapmaya gayret ederler. Her konuda vicdanlarını en fazlasıyla kullanırlar. Rahatlarından, nefislerinden, menfaatlerinden yana değil, vicdanen yapılması gerekli olandan yana kararlar alırlar. Allah Müslümanların bu çalışkan ahlaklını Kuran'da "Onlar, 'tümüyle boş'şeylerden yüz çevirenlerdir." (Müminun Suresi, 3) sözleriyle haber vermiştir.
Münafıklar ise sadece kendilerini mutlu etmek, çıkarlarını en iyi şekilde korumak için yaşarlar. Dolayısıyla sadece, kendileri için gerekli olduğunda çaba harcarlar. Kendi çıkarları söz konusu değilse, hiçbir şey için kendilerini yormaz, hiç kimse için emek harcamazlar. İşte bu nedenle de, münafıklar Müslümanlarla birlikte olduklarında hiçbir konuda onlara yardımcı olmak istemezler. Hedefleri 'Allah'ın rızasını kazanmak' olmadığı için, 'somut ve maddi bir karşılık almayacakları bir şey için çaba harcamanın' çok büyük 'akılsızlık' olduğuna inanırlar. Bu yüzden İslam'a hizmet etmek en acı çektikleri konulardan biridir. -Allah'ı tenzih ederiz- Allah'tan nefret ettikleri için, Allah'a hizmet etmek istemezler. Peygamber (sav)'den nefret ettikleri için dine hizmet etmek istemezler.  Müslümanlardan nefret ettikleri için de Müslümanlara yardımcı olmak istemezler.
Dolayısıyla münafıklar, hem Müslümanların imkanlarından istifade edip hem de Allah yolunda hiçbir faaliyet yapmamayı, zayıf akıllarınca 'büyük bir kar' olarak görürler. Müslümanlardan biri gibi görünmek ve kendilerini sezdirmemek için çok gerekirse gösteriş amaçlı belki birkaç konuda, ucundan yardım ederler. Ancak bunları sadece usulen ve göz boyamak için yaparken bile çok canları yanar, müthiş ızdırap çekerler. Yoksa Müslümanlara küçücük bir fayda bile vermek istemezler.
Allah Kuran'da münafıkların bu ahlakı için, "Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir." (Hicr Suresi, 3) şeklinde buyurmuştur.
Bu yanlış bakış açısı içerisindeki münafıklar İslam'ın hayrına olan, Müslümanlara fayda getirecek bir sorumluluğun altına hiçbir zaman girmezler. Onları hep uzaktan, adeta konunun yabancısı olan bir 'turist gibi' izlerler. Bu tavırlarıyla Müslümanlara, "Bu sizin dininiz, sizin davanız, beni ilgilendiren bir şey yok, dolayısıyla da ben sizi sadece uzaktan izliyorum" mesajını vermek isterler.
Ancak elbette ki bu ahlaksızlıklarını da açıkça yapamaz, şeytani bir ustalıkla bunlara da mutlaka bir kılıf bulurlar. Çünkü bütün Müslümanlar sabah akşam kesintisiz olarak en aktif şekilde İslam'a hizmet ederken, münafığın açıkça "Ben hizmet etmek istemiyorum" demesi mümkün değildir. O yüzden de münafık bu hizmetten kaçışına ve tembelliğine bir bahane bulmak zorundadır. Bunun için her seferinde kullandığı farklı taktikleri vardır. Ve bu sinsi taktiklerinin 'aksi ispatlanamayacak' şekilde olmasına özellikle özen gösterir.
Örneğin Müslümanların topluca ve çok faal bir şekilde önemli bir iş üzerinde olduklarını gördüğünde, ondan da bir şey talep ederler ve yardım etmek zorunda kalır diye, hemen ortadan kaybolur. Bazen de 'hasta taklidi yaparak' hizmet etmekten kaçar. Kimi zaman da, 'uyuyakalmış gibi yaparak', olaylardan habersizmiş gibi davranır ve Müslümanlara yardım etmekten kaçar. Kimi zaman kendisini yoracak hiçbir iş yapmadığı halde, 'çok yorgun olduğunu söyleyerek' olayları uzaktan seyreder. Müslümanlar yoğun şekilde çalışırken, kendince onları kızdırmak için bir kenarda eline televizyon kumandası alıp saatlerce boş boş bakarak, amaçsızca kanal kanal dolaşır. Saatlerce sokağı veya etrafını seyrederek zamanın geçmesini bekler. Ya da bir faydası olmadığı gibi, onların işlerini aksatacak ya da yavaşlatacak şekilde ayaklarının altında dolaşır ve kendi keyfi için yaptığı çok gereksiz bir işle onları lafa tutup meşgul etmeye çalışır. Birbirinden gereksiz sorular sorarak Müslümanları kızdırmaya gayret eder. Hatta sırf ayak bağı olmak için yanlarına gidip 'zor durumda kaldığını, yardıma ihtiyacı olduğunu' söyler. Ve onun lüzumsuz işleri için 'kendisine yardım etmelerini'ister. "Kolum ağrıyor ben yapamıyorum, bana yemek hazırlar mısınız?""Belim tutuldu, hareket edemiyorum şu eşyaları benim için taşıyıp yerleştirir misiniz?" gibi sahtekarca taleplerde bulunarak en yoğun anlarında bile Müslümanları kendisine hizmet ettirmeye çalışır. Amacı iş çıkarıp onların hayırlı faaliyetlerini engelleyebilmektir.
Bazen de, kendisinden bir talepte bulunulduğunda, 'istenilen şeyleri yapmasını bilmediği, o konuda tecrübesinin ya da yeteneğinin olmadığı, yoksa becerebilse yapacağı' veya 'yetiştirmesi gereken başka bir işi olduğu' gibi yalanlar uydurur. Oysaki bunlar, tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm münafıkların kullandığı, 'çok klasik ve en bilinen münafık yalanları'dır. Kuran'da, Peygamberimiz (sav) döneminde, sefere çıkmaktan kaçmak isteyen dönemin azılı münafıkları da, "Savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" (Al-i İmran Suresi, 167) demişlerdir. Allah ayetin devamında, "... O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir..." şeklinde buyurmuştur.
Münafık, İslam'a hizmet, Kuran ahlakını yaymak ve Müslümanlara destek vermek için az da olsa bir emek vermeyi bile sözde 'akılsızlık' ve -kendi ifadesiyle- 'enayilik' olarak görür. Oysa münafık büyük bir zarardadır ve Allah'ın ayette bildirdiği gibi bu haliyle "imandan çok küfre daha yakındır" (Al-i İmran Suresi, 167). Çünkü aynı şartlar altında, küfürdeki dost ve yandaşları kendisinden bir yardım istemiş olsa, münafık seve seve onların yardımına koşacaktır. -Allah'ı tenzih ederiz- kendince gücün Allah'ta değil, küfürdeki derin devlet yapılanmalarında, şeytani güç odaklarında olduğunu sanan münafık, onların her türlü isteğini çok önemli görür. Gözlerine girebilmek için onların bir dediklerini iki etmez ve verdikleri görevleri en kusursuz şekilde yerine getirmek ister. Ne uykusuzluğu, ne yorgunluğu, ne vaktinin azlığı  ona engel olur. En zor şartlarda bile olsa, işini gücünü bir kenara bırakıp, küfürdeki gerçek dostlarını memnun edebilmenin peşinde koşar. Böyle bir durumda münafığın üstüne, Müslümanların yanındayken hiç olmayan, 'delice bir enerji ve şevk' de gelir. Hatta kendince küfre jest yapıp onların dikkatlerini çekmek ve beğenilerini kazanabilmek için, ortada herhangi bir talep yokken bile onlara kendiliğinden yardım teklif eder.
Münafık küfre karşı bu çirkin yanaşma ahlakını gösterirken, Müslümanlar arasında sinsice hiçbir şey yapmadan oturup kalmasına da sevinir. Allah, Tevbe Suresi'nde Peygamberimiz (sav)'in dönemindeki münafık karakterinden örnek vererek, 'Allah'ın elçisine muhalif olan' ve 'mücadeleden geri kalan' bu insanların 'oturup kalmalarına sevindiklerini' anlatmış ve münafıkların bu ahlaksızlığını Müslümanlara tanıtmıştır. Ve Allah, münafıkların dünyadaki bu şeytani sevinçlerinin, ahirette sonsuz bir azaba dönüşeceğini haber vermiştir:
Allah'ın elçisine muhalif olarak (mücadeleden) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla mücadele etmeyi çirkin görerek: "Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp-anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)
madde, new scientist
ADNAN OKTAR: "Allah'ın elçisine muhalif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler..." (Tevbe Suresi 81) Mesela İslam'a hizmet etmiyor, yazı yazmıyor, konuşmuyor, anlatmıyor... Asrımızda nasıl olur bu? İslam'a hizmet etmez. Bir şekilde hizmet etmez. Boş işlerle vakit geçirir, keyfi işlerle vakit geçirir yani her türlü boş iş. İslam'a istese hizmet eder. İnternet'ten de hizmet eder, sözlü olarak da hizmet eder, her türlü hizmeti yapar. Ancak para versen bunu yapar, çıkarı olursa. Ama çıkarı olmayınca yapmaz. Çünkü İslam'a hizmet münafığın çok ağırına gider, İslam'ı anlatmak için kullandığı her kelime onun ciğerine kurşun sıkılmış gibi ızdırap verir. Ama sırf Müslümanlara şirin görünmek için, kendince dikkat çekmemek için öfkeyle yine kendini biraz hizmet ediyor gibi gösterir."  (A9 TV, 12 Mayıs 2016)

Münafık Müslümanlara 'Beceriksiz Taklidi' Yaparken, İnkar Edenleri Hoşnut Etme Konusunda Müthiş Yetenekli ve Gayretlidir

Münafık tüm hayatını, imkanlarını ve enerjisini Müslümanlara karşı sinsice bir mücadele yürütmeye adamıştır. Dolayısıyla bu hedefine darbe vuracak, emeklerini boşa çıkaracak bir konuma gelmeyi asla istemez. Müslümanlara karşı mücadele yolunda bütün ömrünü vermişken, onları güçlendirecek, dine ve Müslümanlara fayda sağlayacak bir çalışmanın içinde olmayı asla kabul etmez.
Bu nedenle de İslam'a ve Müslümanlara zerre kadar bir faydasının olmasını istemez. Müslümanları başarılı kılacak, onlara yardım sağlayacak, işlerini kolaylaştıracak herhangi bir faaliyete destek vermemek için elinden gelen her türlü sahtekarlığı yapar. İşte münafığın bu amaçla uyguladığı sinsi yöntemlerinden biri de, kendisini 'beceriksiz ve yeteneksiz' biri gibi tanıtmasıdır.
Tarih boyunca yaşamış tüm münafıklar bu şeytani bahaneyi kullanmış ve bir yandan kendilerini Müslüman gibi tanıtmaya çalışırken, bir yandan da İslam'a ve Müslümanlara hizmet etmemek için her türlü oyuna başvurmuşlardır. Kuran'da Peygamberimiz (sav) dönemindeki münafıkların, bu konudaki samimiyetsiz tavır ve konuşmalarına pek çok örnek verilmiştir. Bunlardan biri şöyledir:
İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah'ın izniyle idi. (Bu, Allah'ın) müminleri ayırt etmesi; Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: "Gelin, Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir." (Al-i İmran Suresi, 166-167)
Peygamberimiz (sav) döneminde münafıklar İslam'a hiçbir şekilde hizmet etmek istemiyor, Müslümanlara en küçük bir konuda dahi yardımcı olmamaya çalışıyorlardı. Makul gibi görünen çeşitli bahaneler öne sürerek, sahtekarlıkla bu durumlarını gizliyorlardı. İşte Peygamberimiz (sav) ile birlikte savaşa katılmaları söz konusu olduğunda, münafıklar bu sinsi taktiklerini uygulamaya çalıştılar. Ancak akılsızlıklarını, samimiyetsizliklerini ve münafık karakterli olduklarını, yaptıkları 'bozuk konuşmalarla' ele verdiler.
O dönemin savaşa katılmaktan kaçmak isteyen münafıkları, Peygamberimiz (sav) kendilerini Müslümanlara destek vermek üzere çağırdığında, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" (Al-i İmran Suresi, 166-167) dediler. Münafıklar böyle bir söz söyleyerek, kendilerini 'beceriksiz, yeteneksiz, savaşmayı bilmeyen, dolayısıyla da onlara hiçbir fayda veremeyecek' kimseler olarak göstermeye çalışıyorlardı. Oysa ki bu, tümüyle yalandı. Sadece İslam'a hizmet etmek istemiyorlardı.
Eğer söz konusu olan inkarcı dostları olsaydı münafıklar onlardan gelen her türlü çağrıya koşarak icabet eder ve en hayati risk içeren görevleri bile şevkle yerine getirirlerdi. Onlardan elde etmeyi umdukları çıkarlar için her zorluğu göze alırlardı. Ama Müslümanlara destek vermek gerektiğinde, kendilerini 'dünyanın en beceriksiz, en bilgisiz ve en yeteneksiz insanlarıymış gibi' göstermeye çalışıyorlardı.
Peygamberimiz (sav)'in dönemindeki münafıklar, Resulullah (sav) ile birlikte savaşa gitmemek için daha pek çok bahane öne sürmüşlerdi. Kimi at sürmeyi bilmiyormuş, kimi kılıcı kaldıracak gücü yokmuş, kimi sağlık durumu savaşa çıkmaya müsait değilmiş gibi yaparak geride kalmaya çalışmıştı. Ancak Allah Kuran'da, onların bu bahanelerinin 'yalan olduğunu'belirtmiş ve münafıkların 'savaştan geri kalmak için oynadıkları şeytani oyunu' deşifre etmiştir. Böylece Allah münafıkların bu sinsi taktiği konusunda her dönemde yaşayacak olan Müslümanları uyarmıştır.
Nitekim günümüz münafıklarının da en önemli alametlerinden biri, 'Müslümanların fikri mücadelesine destek vermemek için bin bir türlü bahaneyle geride kalmaya çalışmaları'dır. Ancak elbette ki münafık şeytani zekaya sahip ve kurnaz bir varlıktır. Bu nedenle yapmak istemediği bir şey olduğunda, o konu için doğrudan "Hayır, ben bunu yapmam" demez. Mutlaka 'sahte ama aksi ispat edilmesi zor' bir bahane öne sürerek "Ben bunu şu sebeplerle yapamıyorum" der. Bunu söylerken de, aşama aşama, ince ince planladığı oyununu uygulamaya başlar. Kendisine, Müslümanlara fayda verecek bir çalışma teklif edildiğinde, buna hemen itiraz etmez. Önce teklif edilen çalışmayı büyük bir sevinç gösterisi ve sahte bir neşe ile kabul eder. Sonra bu çalışmayı çok uzun bir zamana yayarak Müslümanlara unutturmaya çalışır. Ama o süre içerisinde de, o konuda hiçbir hazırlık yapmaz. Sonra aradan zaman geçip de, kendisine o çalışmanın durumu sorulduğunda, "Hiç vaktim olmadı, pek bir şey yapamadım" gibi umursuzca bir açıklama yaparak konuyu geçiştirir. Bu süreç zarfında Müslümanları aldatmış, o çalışmanın bitmiş olması gerektiğini düşündükleri bir vakitte, onları son anda zor durumda bırakacak şekilde, hiçbir şey yapmadığını söylemiştir.
İşte bu münafığın kendini beceriksiz göstermek için oynadığı oyunlardan sadece biridir. Bunlar gibi, daha çok fazla yalanı vardır. Örneğin yazılı bir çalışma yapması istenirse, 'yardımcı olmayı çok istediğini ama, yazı yazma kabiliyetinin olmadığını' söyler. İnternetten bir araştırma yapılması için bir talepte bulunulursa, 'araştırma yapabilme yeteneğinin olmadığını, hiçbir zaman bu konuda başarılı olamadığını' anlatır. Sözde yazı yazmayı bilmiyor, araştırma yapamıyordur. 'O zaman resim konusunda yardımcı ol' denildiğinde de, 'bilgisayarının çok sorun çıkardığını ve böyle çalışmaların bilgisayarını çok yavaşlattığını' iddia eder. Münafığın, bunun gibi tamamı yalan olan bahanelerinin ardı arkası kesilmez. Bahanelerinin her birine çözüm getirilir de, artık bir mazereti kalmazsa, işte o zaman, mecburen o çalışmayı yapmayı kabul etmek durumunda kalır. Ama açıktır ki, münafık yeni bir yalan daha bulacak ve yine yardım etmekten, Müslümanlara destek olmaktan kaçacaktır. Ya 'hastalandığı için çalışamadığını' söyleyecek ya da 'çok vakit ayırıp denediğini ama ortaya iyi bir sonuç çıkmadığını' anlatacaktır. Ya da hiç işe yaramayacak bir şeyler getirecek ve 'gayret ettiğini ancak aklının bu kadarına yettiğini' söyleyecektir. 'Bütün gücünü kullandığını ancak bilgisinin yetersiz kaldığını' iddia edecektir. Dolayısıyla da yaptığı işin sonucu hiçbir zaman beklenilen başarıya ulaşmayacaktır.
Bazen de münafık kendisini sezdirmemek için az da olsa, faydalı bir şeyler yapmak zorunda kalır. İşte o zaman da münafık, yapacağı çalışmayı çok dikkatli seçer. İslam'a ciddi fayda getirecek olan bir faaliyetin içinde asla yer almak istemez. Kendisini hiç yormayacağı, Müslümanlara önemli bir destek sağlamayacak, İslam'ın yayılmasında hayati önem taşımayan konulara yönelir. Ancak bunu yaparken de, gösterdiği bu çok küçük çaba için bile, Müslümanlardan çok ciddi şekilde takdir görmek ister. Bu takdiri elde edebilmek için yaptığı işin her detayını en abartılı şekilde dile getirir. Amacı, isminin sürekli övgüyle anılmasını sağlamak ve böylece, kendince var olduğunu sandığı büyüklüğünü daha iyi vurgulayabilmektir. Oysaki ortada münafığın yaptığı elle tutulur hiçbir başarı yoktur.
Müslümanlar her gün sabahtan akşama kadar onlarca hayırlı faaliyet yaptıkları halde, amaçları insanların övgüsünü değil, yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak olduğu için, yaptıkları fedakarlıkları dile dahi getirmezler. Ama münafık sofradan kalkarken kendi kirli yemek tabağını mutfağa götürmesi ya da arkasında bıraktığı dağınıklığı toplaması gibi sıradan konular için bile mutlaka övgü bekler. Müslümanlar hem güzel ahlakları gereği hem de onu hayırlı işler yapmaya teşvik etmek amacıyla münafığın en küçük bir çabasına bile onlarca övgü sıralar. Bu şekilde enaniyet duygusu sürekli olarak okşanan münafık da, Allah rızasını için değil ama nefsinin hoş tutulması için ufak ufak bazı faydalı işler yapar. Böylece Müslümanlar da, akılcı bir tavırla münafığın İslam'a hizmet etmesini sağlamış olurlar Ama tabii ki münafık kendisini beceriksiz, yeteneksiz bir insan görünümüne sokarak geniş kapsamlı, hayati bir hizmet üstlenmekten mutlaka kaçınır.
Sonuçta da tüm bu tavırlarıyla Müslümanları yıldırmak, kendisinden uzak durmalarını sağlamak ve onları "Boş verelim o bir şey yapamaz, ondan bir şey istemeyelim" diyecekleri bir noktaya getirmek ister. Bir yazı yazması gerekse, en hikmetsiz anlatımlarla, en beceriksiz şekilde ve Müslümanların çalışmalarında kullanamayacağı bir üslupla yazar. Acil bitirilmesi gereken bir çalışmayı kendisine yeteneksiz görünümü vererek, olabilecek en uzun sürede ve en olmayacak şekilde teslim eder. Böylece kısa sürede netice elde edilmesi gereken işlerde, "O kısa sürede yapamıyor, ona vermek yerine başka birinden isteriz" dedirterek, o sorumluluktan da kendince kurtulmak ister. Bir konuşma yapması istense, düzgün konuşamıyormuş, aklına fazla bir şey gelmiyormuş gibi yapar. Bir yere gitmesi istense, bin bir türlü talepte bulunarak, sayısız sorun çıkartarak Müslümanları kendisini yolladıklarına pişman etmeye çalışır. 
Oysa münafık kendi çıkarına uygun olan, inkar edenlerin gözüne gireceğini ve takdirini toplayacağını düşündüğü her konuda 'akıl almaz bir beceri ve yetenek' gösterir. Başka bir ifadeyle, kendisini küfre beğendirmesi söz konusu olduğunda, 'münafığın içinden adeta başka bir insan çıkar'. O beceriksiz, düzgün cümle kuramayan, hızlı yazı yazamayan, konulara süratle adapte olamayan, verilen sorumlulukların altından kalkamayan insan gider; yerine daha cümle bitmeden ne denmek istediğini anlayan, aldığı sorumlulukları hızla yerine getiren, uyumadan, yemeden içmeden yapılması gereken her şeyi mükemmel bir düzgünlükte sonuçlandırabilen bambaşka bir insan gelir. Münafık haktan yana olan her konuda kendisini aciz ve yetersiz gösterirken, hainlik, kötülük ve sahtekarlık yapması gerektiğinde, kusursuz bir disiplin ve yetenek sergiler.
Küfrün ideolojisini destekleyen bir yazı yazması gerekse onu müthiş bir süratle anında bitirip teslim eder. Onlarla olan bağlantılarındaki konuşmaları son derece akıcı, hayret verecek şekilde 'şevkli ve enerjik'olur. Küfrün kirli hayatına adapte olma konusunda eksiksiz bir yetenek gösterir. Kısacası, Müslümanlara karşı ahmak ve tutuk bir tavır takınan münafık, küfürden çıkarı olduğu için onlara karşı çok yaman, dikkati açık , atak, zeki ve başarılı bir profil çizer. Küfre kendisini kabul ettirebilmek için hayvani bir gayret içine girer.
Ancak münafığın İslam'a hizmetten kaçtığı ve kendince uyanıklık yaptığı her an onun aleyhine olur. Yan yatıp keyfine bakarak, Müslümanların hizmetlerini uzaktan gözleyerek geçirdiği her gün, onun sağlığı, psikolojisi, ruhu, kalbi, vicdanı gittikçe kararıp bozulurken; geceli gündüzlü Allah için gayret eden Müslümanlar gün geçtikçe daha sağlıklı, daha huzurlu ve daha mutlu bir hayat yaşarlar.

Münafık, Müslümanların Başarılarını Kötülerken, Kendini de Özel Yetenekleri Olan, Yeri Doldurulamayacak  Bir İnsan Gibi Göstermeye Çalışır

Münafıklar, İslam'a hizmet edip Müslümanlara destek olmayı asla kabul etmezler. Ama bazen, hem münafıklıklarını gizlemek hem de daha fazla çıkar elde edebilmek için faydalı bir şeyler yapıyor gibi davranırlar. Bu gibi durumlarda da bunu hemen kendi lehlerinde en iyi şekilde kullanmaya kalkarlar. Eğer küçücük de olsa, faydalı bir faaliyetleri olursa, bunu olabildiğince gündemde tutmaya, hemen herkese duyurmaya çalışırlar. Tüm Müslümanların iman ettikleri günden beri hemen her gün yaptıkları güzel bir faaliyeti, 'sanki ilk kez kendileri keşfetmiş've 'ilk kez kendileri yapıyormuş' gibi konuşurlar. Böylece 'İslam'a en çok ve en etkin şekilde hizmet eden, en akıllı, en uyanık, en ferasetli ve basiretli kişinin kendileri olduğu' izlenimini vermeye çalışırlar.
Kendilerini büyütebilmek ve sözde 'Müslümanlarla aralarında ne kadar büyük bir üstünlük farkı olduğunu' vurgulamak içinse, Müslümanların halihazırda mükemmel yaptıkları faaliyetleri sürekli olarak eleştirirler. Hemen her fırsatta, güya 'bir türlü başarılı bir sonuç alamadıklarını, beceremediklerini, bir çok şeyi düşünemediklerini ve sürekli olarak hata yaptıklarını' vurgularlar. Bu söylemlerini, rastladıkları hemen herkese anlatarak yaygınlaştırırlar. Ardından da yavaş yavaş aslında 'kendileri o faaliyeti yapacak olsa, ne kadar kusursuz ve mükemmel sonuçlar elde edeceklerini' anlatmaya başlarlar. Sürekli olarak pratikte uygulanması mümkün olmayan 'ütopik fikirler' verirler. Ve kendilerine birkaç gün imkan tanınsa ve izin verilse, bunu benzersiz bir şekilde yapabileceklerini anlatırlar.
Oysaki münafığın ne bir şeyler yapma isteği ne de niyeti vardır. Amacı kendince sadece 'Müslümanların başarısını gölgelemek' ve sözde 'kendi üstünlüğünü vurgulayabilmek'tir. Çünkü çok açık bir gerçektir ki, münafık zaten Müslümanlara fayda verecek bir şey için asla emek vermeyecektir. Ama 'dilbaz ve lafazan' olduğu için, elindeki bu imkanı kullanarak, kendince aleyhte bir gündem oluşturmaya ve bundan da kendine bir paye çıkarmaya çalışır.

Münafık, Müslümanların Başarılarını Çok Kıskanır ve Onlardan Daha İyisini Yapabildiğini İspatlamak İçin Göstermelik Çabalar Yürütür

Müslümanlar yaptıkları güzel hizmetler ve hayırlı işler için harcadıkları çabalar ile yalnızca Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanabilmeyi umarlar. Bunun dışında insanlardan herhangi bir takdir ve karşılık beklemezler. Amaçları İslam'ı, Müslümanları güçlendirmek, Kuran ahlakını insanlara anlatarak dünyada huzur ve barışı hakim kılmaktır.
Münafıklar ise bunların hiçbirini önemli görmez ve bu yüzden de bu yönde hiçbir çaba göstermezler. Ancak bunlar her ne kadar münafığın hedeflerinin tamamen zıttı da olsa, Müslümanların elde ettikleri başarılar münafığı çok kıskandırır. Çünkü münafık için 'her konuda herkesten üstün olduğunu vurgulayabilmek'çok hayati bir konudur. Aksi bir durumla karşılaşmak münafığı adeta deliye döndürür. Kıskançlıktan, 'o imajı mutlaka ortadan kaldırmak; o başarılı görünen kimselerin başarısına gölge düşürüp onları yeteneksiz, akılsız ve bilgisiz insanlar gibi göstermek' ister. Bununla birlikte, o konuda 'asıl kendisinin ne kadar mükemmel bir bilgi birikimine ve yeteneğe sahip olduğunu' vurgular. Ve aslında İslam'a ve Müslümanlara fayda verecek hiçbir hizmete katkıda bulunmak istemediği halde, aynı görevin kendisine verilmesi için her yolu dener. Bunun için gerekirse yalan, iftira, çirkeflik, huysuzluk gibi her türlü çirkin yöntemi de uygulayarak, başarılarıyla ön plana çıkan kimseleri kendince önemsiz gösterip küçük düşürecek bir eyleme başlar.
Amacı asla Allah'ın rızasını kazanmak ya da İslam için faydalı bir şey yapmak değildir. Tek istediği büyüklüğünü ispatlayabilmektir. Başarılı Müslümanlardan daha fazlasını ve daha iyisini yapabilmelidir ki, onları geçebilsin ve onlardan daha büyük ve daha üstün olduğunu herkese gösterebilsin. Aynı zamanda da kendisini 'çok işe yarayan, çok hayati faaliyetler yapan, çok özel ve eşsiz bir insan' konumuna getirebilsin.
Müslümanlar kendi aralarında yapılan hangi faaliyetlerden dolayı memnun oluyor ve bu konuda kimleri takdir ediyorlarsa, münafık şeytanın ilhamıyla hemen o kişilere musallat olur. Özellikle de o sırada 'en çok gündemde olan ve en önemli görülen faaliyetleri yapan kişileri yermek' ve 'onlardan daha iyi olduğunu vurgulayabilmek' münafık için çok önemlidir. 
Örneğin eğer bir kişi çok güzel bir yazı yazmış ve bu da İslam'ın tebliği açısından çok etkili olmuşsa, münafık hemen bir şekilde o yazıyı eleştirmenin yollarını arar. Bir başkası bir yerde güzel bir dekorasyon yapmışsa, hemen bunun ne kadar demode ve kötü olduğunu vurgulayacak bir üslup kullanır. Diğer bir kişi, güzel bir video hazırlamış ve bunda en son teknolojileri ve en kaliteli görüntüleri kullanmıştır. Münafık hemen burada da kendince üstten bakan, beğenmeyen ve küçük gören bir üslupla, bunların aslında çok bilinen, çok eski teknikler ve sıradan görüntüler olduğunu söyler. Ardından da, o şeytani ama çok zayıf olan aklıyla çirkin oyunlarının ikinci aşamasına geçer. Sürekli eleştirip, kınayıp, eksik ve kusur bulduğu bu çalışmaları, kendisinin herkesten çok daha iyi bildiğini ve en mükemmel tekniklerle çok daha etkili bir şekilde yapabileceğini anlatmaya başlar. Bunlar gibi yapılacak yeni bir faaliyet söz konusu olduğunda da, münafık hemen ortaya atlayıp o işle kendisinin ilgilenmek istediğini söyler. Örneğin bir su kuyusu açılacaktır, münafık hemen öne atılır ve "Ben yapayım bunu" der. Böylece kendisine 'bir işe yarıyor havası' vermiş olacak ve zaten başarılı olacağı bilinen bir işi üstlenerek 'o başarının mimarı' konumuna gelmiş olacaktır.
Ancak elbette ki münafığın niyeti asla böyle bir şey için emek vermek, buna vakit ayırmak, Müslümanları ve İslam'ı güçlendirecek herhangi bir şey yapmak değildir. Amacı sadece çirkeflik yaparak, huzursuzluk çıkararak, yaygaralar kopararak kendini insanlara üstün göstermeye çalışmaktır. Nitekim kendisine, "Peki o zaman, madem sen herkesten çok daha iyisin, öyleyse al bunu da sen yap" denildiğinde, o konuda en ufak bir çaba bile harcamadığı ve asla istenilen sonuca ulaşmadığı görülür. Çünkü artık kendince istediği olmuş durumdadır. Herkesin duyacağı bileceği şekilde, "Falanca şahıs bu konuda en bilgili, en yetenekli kişi. Bu yüzden bu görevi ona verdik." diye söylenmiş olacak, o da kendince üstünlüğünü ispatlamış olacaktır. Sadece bu sözle bile istediği itibarı kazanmış ve o başarılı insanlarla karşılaştığında, onlara karşı kullanabileceği bir koz elde etmiş olacaktır.
İşte münafığın her oyunu gibi, bu planı da oldukça 'kof ve akılsızcadır'. Müslümanların, ortada samimi bir çaba ve hayırlı bir çalışma olmaksızın, tek bir söz ile bir kimse hakkında bir kanaat edinmeyecekleri açıktır. Ama münafık, böyle bir durumda Müslümanların da 'onu gözlerinde büyüteceklerini ve çok etkileneceklerini' sanır. Büyüklük ve gösteriş hırsıyla, kendi akılsızlığını dahi göremeyecek kadar kör hale gelmiştir.
Tüm kainatı ve içindeki her şeyi yaratan, gücün tek ve sonsuz sahibi olan yalnızca Yüce Allah'tır; O'nun dışındaki tüm varlıklar ise O'na muhtaç ve acizdir. Dolayısıyla da münafık ne kadar debelenirse debelensin, asla arzuladığı gibi bir büyüklüğe ulaşamayacaktır. Tarih boyunca her devirde Firavunlar, Nemrutlar hep bu büyüklük hırsıyla yanıp tutuşmuşlardır. Ancak hiçbiri istediğine ulaşamamıştır. Her biri, elde ettiği maddi manevi her şeyi geride bırakarak Allah'ın huzuruna çıkarılmak üzere ahirete alınmıştır. İşte münafığın, asla gerçeğe dönüşmeyen bu 'delice büyüklük hırsı' Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri konusunda mücadele edenlere gelince; onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur. Artık sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla işiten, hakkıyla görendir. (Mümin Suresi, 56)
Burcun üstündeki adamlar, kendilerini yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen birtakım) adamlara seslenerek derler ki: "Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı." (Araf Suresi, 48)

Münafık, Hırsız ve Dolandırıcıdır

Münafık Allah korkusu olmayan bir varlıktır. Dolayısıyla hayata dair hiçbir konuda 'imani, ahlaki ya da etik sınırları' yoktur. Çıkarına uygun olan her şey, onun için 'iyi've 'doğru' olandır. Ve bir şey onun menfaatlerini zedeliyorsa, o da münafığa göre 'kötü've 'yanlış' olandır. Allah'ın kendisini her an gördüğüne ve tüm yaptıklarının hesabını ahirette mutlaka vereceğine de inanmadığı için, yalnız kaldığında, kimsenin kendisini görmediğini düşündüğünde her türlü ahlaksızlığı, sahtekarlığı ve alçaklığı yapabilecek bir karaktersizliktedir. İşte bu çarpık bakış açısı münafığın 'hırsızlık yapmakta da hiçbir sakınca görmemesine' neden olur.
Tarihin hemen her döneminde, münafıklar inananlardan 'Maddi manevi her konuda, olabilecek en fazlasıyla istifade etmeye' çalışmışlardır. Onların zenginliklerine karşı içlerinde derin bir kıskançlık duymuş ve sahip oldukları zenginliğe hep göz dikmişlerdir. Münafıklar bu malları gasp edebilmek ya da çalabilmek için hep bir fırsat kollamışlardır. Münafıkların, inananların mallarını hırsızlık, gasp ya da dolandırıcılık gibi yollarla ele geçirmeye çalıştıklarına dair tarihte pek çok örnek vardır. Resulullah (sav) zamanındaki münafıkların da bu hırsız ve gaspçı karakterlerinden rivayetlerde sıklıkla bahsedilmektedir. Bu dönemde de münafıklar yine Peygamber (sav)'in çevresindeki Müslümanların mallarını mülklerini çalma eğilimindeydiler. Bu konuda en bilinen münafıklardan biri de 'Tu'me bin Ubeyrik'dir. Rivayetlerde Nisa Suresi'ndeki bazı ayetlerin Tu'me bin Ubeyrik'in yaptığı hırsızlık üzerine indirildiği anlatılmış, tefsirciler ise ayetlerin yorumlarını şöyle açıklamışlardır:
"Şüphesiz, Allah'ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için Biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik. (Sakın) Hainlerin savunucusu olma. Ve Allah'tan bağışlanma dile. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir."(Nisa Suresi, 105-107)
"Bu ayetlerin çoğunun Tu'me b. Übeyrik hakkında inmiş olduğuna tefsirciler ittifak etmiştirler." Fakat olayın durumunda birkaç rivayet vardır:
Birincisi: Tu'me zırhlı bir gömlek çalmış, istenince de hırsızlığı bir Yahudiye atfetmiş.
İkincisi: Zırh kendisine emanet olarak bırakılmış, şahit de yokmuş, istenince inkar etmiş.
Üçüncüsü: İstendiği zaman Yahudi'nin çaldığını iddia etmiş...
Tefsircilerin çoğunluğunun tercih ettiklerine göre rivayetlerin özeti şudur: Ensar'ın yanında Zafer Oğulları'ndan Tu'me b. Übeyrik adında birisi, komşusu Katade b. Nu'man'dan bir gece bir un dağarcığı içinde bir zırh çalmış. Dağarcığın yırtığından un dökülerek götürmüş. Zeyd b. Semin adında bir Yahudinin yanına bırakmış. Tu'me aranmış, zırh bulunmamış; almadığına ve bilmediğine yemin etmiş, bırakmışlar. Un izini takip etmişler, Yahudinin evine varmışlar ve bulmuşlar. Yahudi bunu kendisine Tu'me'nin getirip bıraktığını söylemiş ve Yahudilerden şahitlik edenler de olmuş.
Zafer Oğulları Hz. Peygamber (sav)'e gitmişler. Tu'me'nin temiz olduğuna ve Yahudi'nin hırsızlığına şahitlik etmişler ve Tu'me'yi müdafaa edip Müslümanlık adına Yahudilerle mücadele etmesini rica etmişler, Resulullah da görünüşte Müslüman olan Tu'me'nin yeminine ve bunların şahitliklerine dayanarak öyle yapmak istemiş. Bunun üzerine Allah tarafından bu ayetler inmiş ve hain ile temizi doğrudan doğruya bildirerek Resulullah'ı irşad ve hata etmekten korumuştur.
Buna karşı Tu'me Hakk'a teslim olup tövbekar olacak yerde, Mekke'ye kaçmış ve dinden dönmüş. Önce Sülafe binti Sa'd (Sa'd kızı Sülafe) adında bir kadının yanına inmiş. Sonra Selim Oğulları'ndan Haccac b. Allat adında birinin yanına gitmiş, orada da bir hırsızlık yapmış kovulmuş. Daha sonra yine hırsızlık için bir evin duvarını delerken duvar yıkılmış, altında kalmış. Bir rivayette bununla da ölmemiş, Mekke'den çıkarılmış. Araplardan bir tüccar kafilesine karışmış, bunlardan da bir mal çalmış, kaçmış ve fakat tutmuşlar, feci bir şekilde öldürmüşler.  (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 3, s. 75-81)
Tefsirlerde verilen bilgilere göre, rivayetlerde anlatılan Tu'me isimli münafık zırhlı bir gömlek çalmış, ama olayın tam olarak nasıl gerçekleştiği konusunda bir ittifak sağlanamamıştır. Tu'me, bu hırsızlığı kendisinin değil, o civarda bulunan Yahudi bir kimsenin yaptığını iddia ederek yemin etmiş ve Müslümanları da bu yalanına inandırabilmek için suni deliller oluşturmuştur. Gömleğin çalındığı yerden o Yahudi şahsın evine kadar un çuvalından un dökerek, izin Yahudi olan kişinin evine kadar ulaşması sağlanmıştır. Bu hırsızlık ortaya çıktığında ise, bazı Müslümanlar da boş bulunarak ve bilmeden Tu'me'den yana şahitlik yapınca, Peygamberimiz (sav) Tu'me'yi korumaya karar vermiş, bunun üzerine Allah Nisa Suresi'ndeki bu Kuran ayetlerini indirerek, Peygamberimiz (sav)'e "(Sakın) Hainlerin savunucusu olma. Ve Allah'tan bağışlanma dile." (Nisa Suresi, 105-106) şeklinde buyurmuştur.
Tu'me bin Ubeyrik, yaptığı bu hainlikle Allah'a, İslam'a, Peygamber (sav)'e açıkça ihanet etmiştir. Müslümanların mallarını haksızlıkla çalmış, gasp etmiş, ardından da Peygamber (sav)'e ve iman edenlere yalan söylemiş, yalan yere yemin ederek tüm Müslümanları aldatmaya çalışmıştır. Hırsızlık yapıp, kendisine sorulduğunda "Ben çalmadım" diye cevap vermiş ve masum bir insana iftira ederek "O çaldı" demiştir. Olayın aslı ortaya çıktığında da, yaptıkları dolayısıyla tövbe etmek yerine, oradan kaçıp Mekke'ye gitmiştir. Ardından da dinden çıkarak, Müslümanlığı terk etmiştir. Sonrasında ise her gittiği yerde yakalanıp kovulup horlanıp aşağılanmasına rağmen, bin bir türlü dalavere yaparak ahlaksızlığına devam etmiştir. Mekke'de sığındığı bir kişinin evinden kovulmuş ardından bir başkasının yanına gitmiş ve yine orada da aynı alçak karakteri göstererek hırsızlık yapmıştır. Oradan sonra gittiği bir başka evde de yine hırsızlık yapmak için evin duvarını delerken duvar yıkılmış ve kendisi de bu yıkıntının altında kalmıştır. Rivayetlere göre buradan sağ olarak çıkmış ve tekrar bir tüccar kafilesi arasına karışıp kendisini bir tüccar gibi tanıtarak orada da hırsızlık yapmıştır. Bu olaydan sonra kendisini yakalayan kimseler ise Tu'me bir Ubeyrik'i döverek öldürmüşlerdir.
Bu münafık, küfrün Müslümanlar gibi halim selim, güzel ahlaklı, adaletli insanlar olduğunu sanmış, Müslümanlara yaptığı alçaklığı onlara da rahatlıkla yapabileceğini düşünmüştür. Oysaki Müslümanlar Allah'tan korktukları için ona bu ahlakı göstermektedirler. Küfürdeki insanlar ise, adaleti kendilerinin sağlayacaklarını düşünerek acımasız yöntemlerle; işkence yaparak ve döverek bu münafıktan intikam almak istemişlerdir.
Allah, yaptığı hırsızlıklarla bu münafığı hayatı boyunca rezil rüsva etmiştir. Çaldığı mallar ona bir nimete dönüşmemiş, Allah her yaptığı alçaklığı ona ömrü boyunca hep belaya ve fitneye çevirmiştir. Allah münafığın hayatının dünyada da ahirette de, her zaman felaketle sonuçlandığını Müslümanlara göstermiştir.
Tu'me bin Ubeyrik'in tüm bu eylemleri de, münafığın ne kadar oyuncu, hilebaz, dolandırıcı ve oyuncu olabileceğini açıkça ortaya koyar. Peygamberimiz (sav) de "... Yemekleri gasp ve yağmadır. Ganimetleri hile ile kazançtır..."  (İmam Ahmed ve Bezzar/Cem'ul Fevaid, Hadis No: 8110) sözleriyle münafıkların bu'gaspçı, yağmacı karakterlerine' ve 'hile ile sahtekarlık ve dolandırıcılık yaparak kazanç elde ettiklerine' dikkat çekerek Müslümanları, münafıklardan gelebilecek böyle bir fitneye karşı tedbir almaları için uyarmıştır.

Münafık, Müslümanların Sadece Malını-Mülkünü Değil, Güzelliklerini, Sağlıklarını, Sevgilerini, Mutluluklarını, Enerjilerini ve Vakitlerini de Çalmak İster

Münafık karakterli bir insanın gasp etmeye ve çalmaya karşı olan hırs ve tutkusu sadece mal, para, eşya gibi maddi değerler ile sınırlı değildir. Müslümanların zenginliğine olduğu gibi, sahip oldukları her türlü manevi güzellik ve nimete karşı da derin bir kıskançlık duyar. Kendi kin ve nefret dolu hayatında hiçbir zaman tatmadığı, ama Müslümanların hayatlarının her anında en mükemmelini yaşadıkları bu manevi nimetlerin her biri, münafık için bir 'yürek yarası'dır. 'Gençlikleri, güzellikleri, sağlıkları, huzurları, mutlulukları, aşkı, sevgiyi, hayatın tadını, nimetlerin zevkini en fazlasıyla ve en güzel şekilde yaşamaları' münafıkta bitmek tükenmek bilmeyen bir öfkeye neden olur.
Münafık hayatı boyunca 'hiç kimse tarafından samimi bir sevgiyle sevilmemiş', 'hiç kimsenin gerçek anlamda saygısını kazanamamış' ve kimse için 'değerli bir dost, yakın bir arkadaş' olmamıştır. Çevresindeki herkes tarafından hep 'horlanmış, aşağılanmış, çıkar için kullanılmış' ama 'hiçbiri tarafından değer görmemiştir'. Elbette ki iman edenler kendi içlerinde olup da münafıkane tavırlar gösteren kişilere de yine şefkatle yaklaşır, bir ibadet olarak sevgi gösterir ve onların hidayet bulmaları için gayret ederler. Ancak bu, iman edenlerin kendi aralarında yaşadıkları samimi ve coşkulu sevgi gibi değildir. Bu gerçeğin çok iyi farkında olan münafık, sürekli bir arada olduğu Müslümanların neşesini, mutluluğunu, huzurunu, birbirlerine olan derin sevgi, saygı, sadakat ve bağlılıklarını gördükçe, öfke, kin ve kıskançlıktan deliye döner ve tüm imkanlarıyla bunu engellemeye çalışır.
Özellikle de Peygamberler ve elçiler gibi, Müslümanların en çok sevdikleri, saydıkları, büyük bir sadakat ile bağlandıkları kimseler, münafığın 'en çok kıskandığı' ve 'ellerindeki nimetleri en çok çalmak istediği' insanlardır. Müslümanların Peygamberlere duydukları coşkulu sevgi, saygı, hürmet ve derin sadakat; hanımlarının onlara büyük bir aşk ve tutkuyla bağlanmış olmaları, dünyada ahirette bir an bile yanlarından ayrılmak istememeleri, münafık için kahredici bir azaba dönüşür. Dolayısıyla onların mutluluğunu, sevincini, sevgilerini, dostluklarını çalabilmek için elinden gelen her şeyi yapar. Münafık, şeytanca oyunlar oynayıp, alçakça yalanlar söyleyerek, çirkeflik yapıp, iftiralar atarak Müslümanlar arasında fitne, huzursuzluk ve kargaşa çıkarmak ve böylece sahip oldukları nimet ve güzellikleri Müslümanlardan çalabilmek ister.
Münafığın Müslümanlardan çalmak istediği bir başka nimet ise 'zaman'dır. İman edenler hayatlarının her anını insanlara Allah'ın büyüklüğünü, İslam ahlakının güzelliğini anlatıp hayırlı faaliyetler yapmaya ayırırlar. Bu da münafığın en istemediği ve tüm gücüyle engel olmak istediği bir durumdur. Bu nedenle elinden geldiğince sorun çıkarıp Müslümanları oyalayarak, boş işlerle meşgul etmeye çalışarak 'enerjilerini ve faydalı işlere, güzel ortamlara ayıracakları vakitlerini çalmak ister'.
Ancak "... Allah, kafirlere müminlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez." (Nisa Suresi, 141) ayetiyle haber verildiği gibi, Allah münafığın bu oyununun başarılı olmasına izin vermez. Müslümanlar, imandan kaynaklanan üstün akılları, feraset ve basiretleriyle, münafığın amacını ve yaptığı ahlaksızlıkları açıkça fark eder ve tuzaklarını Kuran ahlakıyla etkisiz hale getirirler. Münafığın Müslümanların vaktini, huzurunu, mutluluğunu, neşesini, sevgilerini, dostluklarını çalma çabaları, sadece başarısızlık, huzursuzluk, yürek acısıyla sonuçlanır.

Tarihteki En Alçak Münafıklardan Biri Olan Samiri de Hırsızlığıyla Tanınıyordu

Hırsızlığıyla tarihe geçmiş en bilinen münafıklardan biri de 'Samiri'dir. Samiri, 'Kuran'da da adı geçen, Hz. Musa (as) döneminde yaşamış İsrailoğulları'ndan bir kişidir'. 'Samiri' adı, eski Mısır dilinde 'ecnebi, yabancı' anlamına gelen 'shemer' kökünden türemiş bir sıfat-isimdir.
Samiri, ailesi ve çevresi de altın ustası olan, Mısır'da altın buzağı imal etmesiyle ünlenmiş bir 'heykeltıraş ve döküm ustası'dır. Samiri önce bu buzağıların kalıbını hazırlıyor, sonra da döküm yoluyla altın buzağılar yapıp satarak para kazanıyordu. Bu ve benzeri daha başka sanatsal faaliyetlerde de, çok mahir ve yetenekli bir kimseydi. İmal ettiği buzağıların bir özelliği de, aynı zamanda bir müzik aleti gibi tasarlanmış olmasıydı. Üzerlerine rüzgar esintisi vurduğunda, yüksek yerlere yerleştirilmiş olan bu buzağı heykelleri, 'buzağı böğürmesi gibi bir ses' çıkarıyorlardı. Önden ve arkadan boşluk bırakılarak yapılan bu heykellerden çıkan sesler, buzağıya 'gerçekçi ve metafizik bir hava' veriyordu. İsrailoğulları geçimlerini yaygın olarak 'kölelikle, tarım ve hayvancılıkla' kazandıkları için, Samiri'nin yaptığı bu altından buzağılar ve onun bu konudaki ustalığı, oradaki halkın adeta nefesini kesiyordu. Onun bu yeteneğine çok şaşıyor ve hayran kalıyorlardı.
O dönemde 'boğa heykelleri', Mısır kültürünün vazgeçilmez öğeleriydi. Mısır'da kutsal sayılan bu boğaların sözde tanrısına 'Apis' adı veriliyordu (Allah'ı tenzih ederiz). Firavun'un putperest dinini temsil eden onlarca boğa heykeli Mısır'ın ana cadde ve meydanlarında dikiliydi. Firavun'un sarayına doğru yükselen yolun her iki tarafında da yine bu heykeller yer alıyordu. Mısır inancında 'boğa', 'gücü, devleti ve serveti elinde bulundurmanın sembolüydü'.
Firavun devrinde altın da çok önemli bir malzemeydi ve gücün simgesi olarak görülüyordu. İsrailoğulları'nda da o dönemde altına karşı müthiş bir hayranlık oluşmuştu. Bir cennet nimeti olan altına karşı her insanın bilinçaltında bir beğeni vardır. İşte şeytani bir zeka ve yeteneğe sahip olan Samiri de, insanların bilinçaltındaki bu altın sevgisini kullanarak şeytani bir soygun planı yapmıştı.
O dönemde, içlerinde İsrailoğulları'nın da olduğu Mısırlılar, Firavun zulmünden ve kölelikten kurtulup özgürce yaşayabilecekleri yeni topraklara yerleşmek için Hz. Musa (as) ile birlikte Mısır'dan ayrılmak üzereydiler. İşte bu aşamada Samiri ve çetesi de, İsrailoğulları'nın yola çıkacaklarını haber aldılar. Mısır'da geniş çaplı bir hırsızlık yapmak için sinsice bir plan tasarladılar. Samiri, yanındaki münafıkları organize ederek Firavun'un ve yakın çevresindeki adamlarının saraylarını, evlerini, mezarlarını ve hazinelerini soymalarını sağladı. Ardından da hırsız çetesiyle birlikte, bu soygun ile çaldıkları yüzlerce kilo ağırlığındaki altını hayvanlarına yükleyerek Mısır'dan Sina çölüne doğru yola çıktılar.
O sıralarda Hz. Musa (as) da vahiy almak üzere kavminden ayrılarak 'Tur Dağı'na gitmiş ve yerine de kardeşi Hz. Harun (as)'ı vekil olarak bırakmıştı. Samiri ve münafık çetesi çaldıkları altınları yolda götürürlerken Hz. Harun (as) onları gördü. Taşıdıkları altının miktarını görünce, bir iş çeviriyor olmalarından şüphelendi ve onları durdurdu. Ellerinde 'yüzlerce kilo altın' olduğunu görünce, bunları 'hırsızlıkla ele geçirmiş olabileceklerini' anladı. Ancak onlara sorduğunda Samiri, "Bunlar benim altınlarım, zamanında biriktirmiştim, hepsi bana ait." diye yalan söyleyerek yaptığı hırsızlığı gizlemeye çalıştı. Yanındaki diğer münafıklar da aynı şekilde "Evet, bunlar bizim altınlarımız" diyerek Samiri'ye destek verdiler. Oysaki o kadar çok altının onların olmayacağı, bunları hırsızlıkla çalarak elde ettikleri çok açıktı. Nitekim Tevrat'ta da, Samiri'nin bu altınları hırsızlık yaparak ele geçirdiği, "Rab İsrailliler'in Mısırlıların gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler. Böylece İsrailliler onları soydular." ( Tevrat; Çıkış, Bab 12/35–36 )sözleriyle anlatılmıştır.
Dolayısıyla Hz. Harun (as) hemen orada bir kuyu kazdırarak, çalıntı olduğunu düşündüğü bu altınları oraya doldurttu ve üzerini kapattırdı. Amacı daha sonra burayı tekrar açtırıp içindeki çalıntı altınların sahiplerine geri verilmesini sağlamaktı.
Ancak Hz. Harun (as)'ın bu müdahalesi, Samiri ve çetesini durdurmadı. Samiri, kendisi gibi münafık olan hırsız dostlarıyla birlikte yeniden çöle doğru yola çıktı ve altınların bulunduğu yere gitti. Üzeri kapatılan kuyuyu yeniden açtılar ve altınları oradan alarak başka bir yere gizlediler.
Diğer yandan Samiri ve münafık çetesi, Hz. Musa (as) ile birlikte Mısır'dan ayrılmak üzere yola çıkan İsrailoğulları'na da, sahip oldukları altınlarını da yanlarına almaları için telkin yaptılar. Hz. Musa (as) ve beraberindekilere yardım etmek için yolda bu altınlara ihtiyaç olabileceğini söyleyerek onları ikna ettiler. Böylece halkın kimi az kimi de çok olmak üzere, çeşitli miktarlarda ziynet eşyalarını, mücevherlerini ve diğer altın eşyalarını yanlarına aldılar. Çöle ulaştıklarında ise, Samiri 'altından büyük bir buzağı heykeli yapacağını' söyleyerek İsrailoğulları'nın yanlarında getirdiği bu altınları ele geçirdi.
Böylece Samiri ve hırsız çetesi, hem Firavun ve adamlarından çaldıkları yüzlerce kilo altını hem de Hz. Musa (as) ile birlikte yola çıkan İsrailoğulları'nın altın eşyalarını bir araya getirerek çok yüklü miktarlarda altın elde etmiş oldular.
Put yapmakta yetenekli bir heykeltıraş ve döküm ustası olan Samiri, Hz. Musa (as)'ın kavminden ayrılmış olmasından istifade ederek, Hz. Harun (as)'ın olmadığı bir yerde büyük bir ocak oluşturdu. Ve topladığı yüzlerce kilo çalıntı altını getirerek bu ocakta eritti. Önce kilden çok büyük bir buzağı heykeli yaptı. Sonra da ona döküm bir kalıp yaptı. O kalıbın içine eritilmiş altını dökerek blok altından oluşan içi boş bir buzağı heykeli meydana getirdi. Ardından da o yumuşak olan altını törpüleyip düzeltti ve parlatarak kusursuz hale getirdi. Tüm bunların sonucunda da, yüzlerce kilo ağırlığında, çok hacimli ve pırıl pırıl parlayan altından bir buzağı heykeli oluşturdu. Yanındaki diğer münafıklarla ve kavmindeki kandırdığı kişilerle birlikte bu devasa buzağı heykelini, yüksek bir tepeye, bir kaidenin üstüne yerleştirdi.
Kuran'da, Samiri'nin İsrailoğulları'nın ziynet eşyalarını ve altınlarını toplayıp bu şekilde erittiği, "Dediler ki: Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri de attı." (Taha Suresi, 87) ayetiyle haber verilmiştir.
Eriyen altın hammaddesinden buzağı heykeli yapan Samiri, kavmini etkileyecek bir ustalık göstererek buzağının böğürmesini de sağlamıştı. Kuran'da Samiri'nin 'buzağı böğürmesi gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yaptığı' şöyle anlatılmıştır:
"Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı." (Taha Suresi, 88)
Ayrıca Samiri, yaptığı buzağı putuna insanların ilgisini daha da fazla çekebilmek için "Ben onların görmediklerini gördüm" (Taha Suresi, 88) gibi konuşmalar da yapmış ve böylece kendisine, 'kimsenin görmediği bazı gizli bilgilerden haberdar olan, özel ilim sahibi bir kişi imajı' vermeye çalışmıştır. Buzağıya mistik ve metafizik bir anlam yükleyerek çevresindeki insanları etkilemek istemiştir. Kuran'da Samiri'nin bu konuşması şöyle anlatılmıştır:
Dedi ki: "Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi." (Taha Suresi, 96)
Pırıl pırıl parlayan bu altından buzağıyı görenler hayretler içinde kaldılar. Rüzgarın sesiyle birlikte buzağı heykelinden çıkan böğürme sesi, kavmindeki İsrailoğulları'nın Samiri'nin bu yeteneğine büyük bir hayranlık duymalarına yol açtı.
Samiri, bu altın buzağı heykelini yaparken aynı zamanda da İsrailoğulları'nın ilgisini yeniden o eski 'Mısır kültürü'ne, 'Mısır'daki putperest inançlarına'çekebilmeyi amaçlıyordu. Zira Hz. Musa (as) ile birlikte Mısır'dan ayrılan İsrailoğulları arasında, akılları hala Firavun'un putperest dininde ve Mısır kültüründe kalmış olan kimseler de vardı. Kuran'da bu kişilerin Musa Peygamber (as)'a, "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap" (Araf Suresi, 134) diyerek, eski hayatlarına duydukları özlemi ve putperest inançlarına olan bağlılıklarını dile getirdikleri bildirilmiştir:
İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. (Araf Suresi, 138)
Hz. Musa (as) ise yanlış yolda olduklarını anlatarak onları uyarmış ve onlara Allah'tan başka bir İlah olmadığını hatırlatmıştır:
Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir İlah mı arayacağım? (Araf Suresi, 139-140)
'İsrailoğulları'nın bu talebini' ve onların 'Firavun'un sunduğu hayata karşı hala büyük bir özlem duyduklarını' çok iyi bilen Samiri de bu durumdan yararlanmak istedi. Hz. Musa (as)'ın kavminden ayrılmasını fırsat bilerek, altından yaptığı büyük buzağı ile, İsrailoğulları'nın Hz. Musa (as)'dan istedikleri bu putu onlara sundu.
Arapça'da 'I'cl' sözüyle ifade edilen 'Samiri'nin yaptığı bu altın buzağı heykeli', Mısır kültürünün simgesi olan 'boğa heykelleri'nin küçük bir figürüydü. 'Buzağı -dana' anlamına gelen 'I'cl' kelimesi, Türkçe'de de kullanılan 'acele-acil' kökünden gelir. Bu kelime de Kuran'da, 'insanların dünyaya düşkün olmaları' ve 'dünya malına tamah etmeleri' anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla Samiri de, yaptığı altından buzağı putuyla bir anlamda, kavmindeki insanları Allah'tan uzaklaştırıp dünyaya bağlanmaya çağırmıştır.
Mısır'dan gelmiş olan Museviler, eski kültürlerine dönüşü yansıtan Samiri'nin bu ustalığına ve sanatına hayran kaldılar. Buzağının karşısında dikilip Samiri'nin anımsattığı bu eski kültürlerini özlemle hatırladılar. Hala Mısır'daki Firavun devletinin sembolü ve putperest dinin bir simgesi olan kutsal boğa kültürünün (Apis'in) etkisinde oldukları için, yeniden o şirk inançlarına dönme eğilimi gösterdiler. Hatta bu özlem dolayısıyla bir kısmı yeniden eski hayatlarını ve Firavun'un şirk kültürünü yaşamak üzere Mısır'a geri dönmek istediler.
Allah Kuran'da "Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz." (Bakara Suresi, 51) ayetiyle, Hz. Musa (as) kavmindeki bu insanların Samiri'ye uyarak doğru yoldan saptıklarını ve 'yeniden eski putperest dinlerine dönerek buzağıya tapmaya başladıklarını' haber vermiştir (Allah'ı tenzih ederiz).
Bu olayın ardından Hz. Harun (as), yanlış bir yola sapmamaları için kavmini uyarmış; onları Samiri'nin sapkınlıklarını terk edip, kendi sözüne itaat etmeye çağırmıştır. İsrailoğulları ise, 'Hz. Musa (as) gelene kadar Samiri'ye ve onun çağırdığı putperest dine uymaya devam edeceklerini' söyleyerek bu sapkınlıklarında direnmişlerdir:
Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti.
Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle ayrılmayacağız." (Taha Suresi, 88-91)
(Tura gitmesinin) Ardından Musa'nın kavmi süs eşyalarından böğürmesi olan bir buzağı heykelini (tapılacak ilah) edindiler. Onun kendileriyle konuşmadığını ve onları bir yola da yöneltip-iletmediğini (hidayete erdirmediğini) görmediler mi? Onu (tanrı) edindiler de, zulmedenler oldular. (Araf Suresi, 148)
Samiri, kavmine 'bu buzağı putunun, İsrailoğulları'nın ve Hz. Musa (as)'ın -haşa- gerçek ilahı olduğu; Musa Peygamberin de zaten bunu aramak için kavminden ayrıldığı'şeklinde bir yalan söyleyerek, beraberindeki Musevilerin bir çoğunun buzağıya tapınmalarını sağladı (Allah'ı tenzih ederiz).
Tüm bunlar yaşanırken Allah Hz. Musa (as)'a, kavminde olup biten bu olayları vahiy ile haber verdi: Dedi ki: "Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları şaşırtıp-saptırdı." (Taha Suresi, 85)
Bunun üzerine Hz. Musa (as) kavminin yanına geri döndü. Samiri ise, orada toplanan ve 'kendisini hayranlıkla izleyen halkı kendinden yana çekebilmek' ve 'onların Hz. Musa (as)'a olan güvenlerini sarsabilmek' için harekete geçti. Kuran'da Samiri'nin, bu amaçla yaptığı konuşmalardan biri şöyle anlatılmıştır:
Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa) unuttu" dediler. (Taha Suresi, 88)
Samiri halkına "(Musa) unuttu" (Taha Suresi, 88) diye seslenerek, Hz. Musa (as)'ın da aslında Mısır'daki bu Firavun kültürüyle ve putperest din ile yetiştiğini; ancak sonrasında, öğrendiği bu kültürü sözde 'unuttuğunu'öne sürdü. Böylece 'Hz. Musa (as)'ın da bir zamanlar Mısır'da Firavun'un sarayında iken, güç, iktidar, ihtişam ve servet sembolü olarak kullandığı bu boğa figürünü benimsemiş olduğunu'iddia etti. 'Şimdi ise Hz. Musa (as)'ın sözde unuttuğu için yüz çevirdiği Mısır'ın bu büyük tanrısına, hep birlikte geri dönmeleri gerektiği' yalanını anlattı (Peygamberi tenzih ederiz).
Musa Peygamber (as) gerçekten de Firavun'un sarayında büyümüş ve Mısır kültürü, gelenekleri, örf ve adetleri hakkında geniş bilgi sahibi olmuştu. Ancak Allah'ın kendisine hidayet vermesi ve onu Peygamber olarak görevlendirmesiyle, Firavun'un sapkın dininden yüz çevirmiş ve Allah'ın hak dinini yaşamıştı. Fakat Samiri yaptığı bu konuşmalarla kendince kavmine, 'sözde Hz. Musa (as)'ın da bu sapkın ve putperest dini makul ve meşru gördüğü' imajını vermeye çalışmıştır.
Elbette ki Samiri tüm bu gelişmeleri, daha en başından düşünüp tasarlamış ve yaptığı sahtekarlığın her aşamasını meşru gösterebilmek ve sonucunda da başarılı olabilmek için ayrı ayrı planlar yapmıştır. Daha o yüzlerce kilo altını çalmadan, onları oraya taşıyıp, eritip devasa buzağı heykelini yapmadan önce, 'Hz. Musa (as)'a karşı böyle bir iftira atarak kendini temize çıkarabileceğini' düşünmüştür.
Samiri'nin yaptığı tüm bu aşamalı sahtekarlıklarla asıl planladığı ise, 'halkına sözde kendisinin Hz. Musa (as)'dan daha büyük olduğunu gösterebilmek' ve sunduğu delillerle de onları buna ikna edebilmektir. Amacı, (Peygamberi tenzih ederiz) 'Hz. Musa (as)'ı halkının gözünden düşürerek, aklıyla, yeteneğiyle, konuşmalarıyla ondan daha üstün olduğunu vurgulayabilmek' ve 'İsrailoğulları'nı yönetmek üzere Hz. Musa (as)'ın yerine geçebilmek'tir.
Samiri'nin şeytani planının bundan sonraki aşaması ise, 'Mısır'ı yönetmek üzere yerine geçebilmek için, Hz. Musa (as)'ın şehit edilmesini organize etmekti'. Kendince 'Firavun ve onun derin devletindeki adamlarını kışkırtarak Hz. Musa (as)'ın üzerine yönlendirecek ve Hz. Musa (as)'a bir suikast yapılmasını sağlayacaktı'. İçindeki amansız büyüklük tutkusu ve liderlik hırsından gözü dönmüştü. Ve kendisinin, her yönüyle Peygamberden güya çok daha üstün, akıllı ve yetenekli olduğuna inanıyordu.
Ancak Samiri'nin şeytani zekasıyla yaptığı bu planlar hiçbir işe yaramadı. Oynadığı her türlü oyuna, yaptığı her türlü alçaklığa ve sahtekarlığa rağmen, Allah onun sinsi tuzaklarını boşa çıkardı. Hz. Musa (as), vahiy almasının ardından kavminin yanına geri döndü ve Samiri'nin oynadığı bu oyunu etkisiz hale getirdi. Kuran'da Hz. Musa (as) ve Samiri arasında geçen konuşmaların bir kısmı şöyle bildirilmiştir:
(Musa) Dedi ki: "Ya senin amacın nedir ey Samiri?" Dedi ki: "Ben onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim; böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi." Dedi ki: "Haydi çekip git, artık senin hayatta (hak ettiğin ceza: "Bana dokunulmasın") deyip yerinmendir." ve şüphesiz senin için kendisinden asla kaçınamayacağın (azap dolu) bir buluşma zamanı vardır. Üstüne kapanıp bel bükerek önünde eğildiğin ilahına bir bak; biz onu mutlaka yakacağız, sonra darmadağın edip denizde savuracağız." (Taha Suresi, 95-97)
Ayetlerde de açıklandığı gibi Hz. Musa (as), "Senin hayatta hak ettiğin ceza hayatının sonuna kadar tek başına yaşamandır" diyerek Samiri'yi kavminden uzaklaştırdı.
Allah Samiri kıssası ile, 'münafığın dünya hırsına, malı yığıp biriktirme, menfaat elde etme tutkusuna ve bunun için hırsızlık, dolandırıcılık ve cinayet işlemek de dahil, her şeyi göze alabildiğine' dikkat çekmiştir. Firavun yönetimindeki Mısır Derin Devleti'nin bir elemanı olan Samiri, daha o günlerde hırsızlığa, soyguna, gaspçılığa, ahlaksızlığa, yalana, haysiyetsizliğe alışmış bir münafıktır.
Ancak Samiri oynadığı oyunlarla, yaptığı alçaklıklarla hiçbir sonuç elde edememiş; büyüklük hırsı, onun rezil rüsva olup sahip olduğu her şeyi kaybetmesine neden olmuştur. Samiri Hz. Musa (as)'ın kavminden uzaklaştırılmasının ardından, hayatının sonuna kadar yalnız yaşamıştır. Yaptığı ahlaksızlıklardan dolayı horlanıp aşağılanmış, küçük düşmüş, her şeyini kaybetmiş ve tek başına kalmıştır.
Bu, onun sadece dünya hayatında aldığı karşılıktır. Ahirette ise elbette ki Allah'ın sonsuz adaleti gereği, Samiri ve onun gibi samimiyetsizliği tercih eden her münafık yaptıkları kötülüklerin hesabını mutlaka verecektir.
madde, new scientist
ADNAN OKTAR: Samiri, "Şimdi gidiyoruz. Yanınıza altınlarınızı da alın. Orada ihtiyaç olabilir. Orada çok güzel şeyler yapacağız. İslam'a, dine, Musa (as)'a yardım edeceğiz. Bol altın bulunsun. Birçok ülkeye gideceğiz." dedi. İnsanlar da yanlarına alabildikleri kadar çok altın aldılar. Bakın önce vaad ediyor; "Güzel şeyler yapacağız. Dine çok güzel hizmetimiz olacak o altınlarla, çok faydalı olacağız." diyor. Sonra geldiler çölde, "Şimdi o altınları verin."  dedi. "Ne yapacaksın?" diye sorduklarında, "Bekleyin. Siz bana güvenmiyor musunuz?" dedi. Onların güvenini de kazanmış. Herkesin altınını toplayacak kadar güvenlerini kazanmış. Sonra önce kilden heykelin çatısını oluşturuyor, ardından da erittiği altınları kalıba döküp altından buzağı heykelini dikiyor. O zaman tabii mest oluyor zayıf olanlar. Yani münafıklığın zeminini hazırladığı, münafıklığı telkin ettiği ve felsefesini uzun uzun anlattığı kişiler orada hemen ona tabi oluyorlar. Ve o da onları o Mısır kültürüne ikna ediyor. O zamanın derin devletinin kültürü, "Mısır kültürü"ydü. O zaman onunla sükse yapılıyordu. Onlar gibi giyinmek, onların yediklerini yemek, onların ev dekorasyonları nasılsa onlarla aynı eşyaları alıp, onların kullandığı süsleri kullanmak önemliydi... Samiri'nin yaptığı da bu tarzdaydı. Onun için bir kısmı bu kültüre özenip Mısır'a geri döndüler. Bu alçaklar o devirde Hazreti Musa (as) aleyhinde de yoğun propaganda yapıyorlardı. Bu yüzden Hazreti Musa (as) için, "Musa'yı incitenler gibi olmayın." (Ahzab Suresi, 69) diyor Cenab-ı Allah.  (A9 TV, 23 Ocak 2016)

Münafık Korkaktır; Zorlukta Kendini Hemen Ele Verir

Münafığın canı çok tatlıdır. Dünyaya delice bağlı olduğu için, ölmekten çok korkar. Bütün şartlar ve imkanlar lehineyse, o zaman Müslümanlarla birlikte hareket eder. Çıkarlarına zarar gelmediği müddetçe, zor da olsa müminlerin arasında kendini gizler, hatta onlardan biri gibi görünmek için istemediği pek çok şeyi yapmayı da göze alır. Namaz kılmak istemez, ama kılar. Müslümanlara bir iyiliği dokunsun istemez, ama ona çok ızdırap verse de, yeri geldiğinde iyilik yapar. Mecbur kalırsa arada dine hizmet de eder. Ama müminlere yönelik küfürden bir baskı, zorluk ve sıkıntı gelmesi durumunda, hemen kendince bir 'kâr ve zarar hesabı' yapar. Müslümanlardan yana görünürse, bununla 'ne kazanıp ne kaybedeceğine' bakar. Ve Müslümanların yaşayacağı muhtemel zorlukların az ya da çok, mutlaka kendisine de dokunacağını hesaplar. Bu bir münafığın en büyük korkularından biridir. Çünkü bunun sonucunda, dünyada her şeyden çok değer verdiği canı yanacaktır. İşte o aşamada münafık Peygamberden ve Müslümanlardan ayrılma kararı alır. Allah bir Kuran ayetinde, münafıkların korkaklıklarına şöyle dikkat çekmiştir:
Gerçekten sizden olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Oysa onlar sizden değildirler. Ancak onlar ödleri kopan bir topluluktur. (Tevbe Suresi, 56)
Allah yolunda yaşamak ve haktan yana mücadele etmek cesaret ve pek çok çileye razı olmayı gerektirir. Kuran'a baktığımızda bütün Peygamberlerin ve salih Müslümanların Allah yolunda şiddetli çileyle ve zorlukla imtihan olduklarını görürüz. Ama bu zorluklar ve çileler münafıkların gözünü korkutur. Çünkü zorluk ortamında insanın feragat etmesi gereken çok fazla konu olur. Müslüman zorlukla karşılaştığında bazen rahatından, konforundan, sporundan, uykusundan, kıyafetlerinden, yemesinden, içmesinden bazen de tümüyle malından ve canından feragat eder. Ama bu bütün ömrünü dünyaya adamış olan bir münafığa çok ağır ve korkutucu gelir. O yüzden münafık zorlukla karşılaşınca mutlaka kendisine kaçıp sığınacak bir başka yer aramaya başlar.
Allah bir ayette münafıkların zorluktan ne gibi bahaneler öne sürerek kaçtıklarını Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar mutlaka seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik muhakkak seninle birlikte (savaşa) çıkardık." diye sana Allah adına yemin edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Müslümanların zorluk, darlık ve imtihan dönemleri, aslında münafıkların ortaya çıkması ve kendi kendilerini deşifre etmeleri için çok kıymetli dönemlerdir. Münafık belki yıllarca kendini Müslümanların arasında kamufle eder, ama Allah yolunda bir zorluğa sabretmesi gerektiğinde hemen kendini ele verir. Allah yolunda karşılaşabilecekleri her türlü tehdit, haksızlık, baskı ve iftira, Müslümanlar için birer şereftir. Münafık içinse bir yıkımdır. Bu, münafığın adeta dünyadan vazgeçmesi anlamına gelir, ki böyle bir durumu kabul etmesi demek münafıklık yapmaktan vazgeçmesi demektir. Bunu da asla ve asla kabul etmez.

Münafık, Müslümanların Arasındaki İçten Sevgiyi Çok Kıskanır

Allah bir ayette "Yoksa onlar, Allah'ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar?" (Nisa Suresi, 54) buyurmuştur. Bu ayette haber verildiği gibi, münafıklar Müslümanlara verilen maddi manevi tüm nimetleri kıskanırlar. Haset ettikleri konuların en başında da, 'Müslümanların birbirlerine kaşı duydukları içten sevgi' gelir. Bir müminin başka bir Müslümanı çok sevmesi ve onu koruyup kollaması, münafık için çok ciddi bir kıskançlık konusudur. Çünkü Müslümanlar arasında, küfürdeki insanların hiç yaşayamadığı 'derin bir muhabbet, içli dostluk, candan bir kardeşlik anlayışı' vardır. Münafıklar iman edenlerle birlikte oldukları her an bu sevgiye şahit olur ve bundan dolayı da şiddetli bir kıskançlığa kapılırlar. Müslümanların birbirlerini bu kadar çok sevmeleri münafıkları ciddi şekilde rahatsız eder. Çeşitli oyunlarla Müslümanların arasını açıp bu sevgiyi yok etmek için sinsi bir çaba yürütürler. Kavga çıkararak, rezillik yaparak, yalan söyleyerek, iftira atarak, laf taşıyarak, alaycı espriler yaparak, Müslümanların birbirlerine olan sevgilerini zedelemek; kardeşliklerini, birliklerini ve dostluklarını bozmak isterler.
İman edenlerin sevgiyi yaşamalarını istemeyen münafık, Müslümanların 'sevdikleriyle vakit geçirmelerini' de istemez. Müslümanların yanına gelen kişileri durdurmak ve onlarla görüşmelerini engellemeye çalışır. Müslümanları lafa tutup vakitlerini alarak, o ortamda huzursuzluk çıkararak, sevdikleri insanlarla görüşmelerine ve birlikte vakit geçirmelerine mani olmayı hedefler.
Münafıkların bu kıskançlıklarına Kuran'ın Yusuf Suresi'nde dikkat çekilmiştir. Hz. Yusuf (as)'un daha çocuk yaşta güzelliği ile dikkat çekmesi, kardeşlerinin ona karşı büyük bir kıskançlığa kapılmalarına neden olmuştur. Babalarının onu kendilerinden daha çok sevdiğini düşünerek öfkelenen kardeşleri, bir tuzak kurup Hz. Yusuf (as)'ı öldürmek üzere bir plan kurmuşlardır. Babalarına ise kendilerini, 'iyilikten başka bir şey düşünmeyen kardeşler' gibi göstermeye çalışmışlardır. Oysa gerçekte açıkça bir hainlik yapmak istemişlerdir:
Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysaki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir." "Öldürün Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın. Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz." (Yusuf Suresi, 8-9)
Hz. Yusuf (as)'ın kardeşlerinin din ahlakından ne kadar uzak oldukları; hainlikleri, sinsi tuzaklar kurmayı ve cinayet işlemeyi ne kadar makul ve meşru gördükleri ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Babalarından 'sevgi talebi' içerisinde oldukları iddiaları da tamamen 'yalan'dır. Çünkü küçücük bir çocuk ve kendi öz kardeşleri olan, tertemiz nur gibi bir insanı gizlice öldürmeyi planlayan bu münafık karakterli, zalim ve gaddar insanların sevgiyi bilmedikleri çok açıktır.
İşte Hz. Yusuf (as)'ın kardeşleri gibi, günümüzdeki münafıklar da, Müslümanların birbirlerini çok sevmelerini çok kıskanır ve her yolu deneyerek bu yakınlığı engellemeye çalışırlar. Buradaki amaçları, kıskandıkları o sevgiyi kendilerinin de yaşayabilmesi değildir. Çünkü münafıklar sevgiye dayalı ilişkilere değil, 'menfaat ilişkileri'ne inanırlar. Sevginin ise bu anlamda hiçbir işe yaramayacağını düşünürler. Çıkarlarını elde edebiliyorlarsa, bu onlar için yeterlidir. Dolayısıyla Müslümanlara olan kıskançlıkları, sadece 'onların nimet, huzur ve güzellik içinde mutlu bir şekilde yaşamalarını istememelerinden'kaynaklanır. Münafığı rahatlatacak olan şey, Müslümanların zarar görmesi, mağdur olması, acı çekmesidir. İşte münafığın kıskançlık eylemleri de, sadece onlara bu sıkıntı ve huzursuzluğu verebilmek içindir.
Ancak münafık bu tuzağında başarılı olamaz. Çünkü Müslümanlar sevgide kararlı olan ve Allah'ın sevgisini kazanabilmek için yaşayan insanlardır. Dolayısıyla münafığın bu yolda harcadığı çaba, sadece onun öfke ve kıskançlıktan huzursuz olmasıyla sonuçlanır.
madde, new scientist
ADNAN OKTAR: "… Münafığın yöntemi böyledir yani zahiren çok haklı gibi görünür ilk bakışta. Çok şeytanidir yöntemi. İnsanların genel kabulüne uygundur atakları münafığın. Mesela Hz. Yusuf (as)'ın kardeşleri. İddiaları ne? Sevgi. "Yusuf yüzünden, babamızın sevgisi bizden uzaklaştı". Şimdi bu adamların amacı sevgi mi? Değil. Münafık sevgiyi bilmez. Sevgiyi bir araç olarak kullanır. Müslümanlara saldırıda, ahlaksızlık yapmada, alçaklık yapmada bir vesiledir. Yani Müslümanı rahatsız etmek için, pislik yapmak için sevgiyi kullanır. "Sevdiğim için geldim", "Sevdiğim için konuştum""Sevdiğim için bunu yapıyorum" der. Şimdi gidip babasının yanında İslam'ı öğrenmek için mi, babalarının gerçekten sevgisini kazanmak için mi Hz. Yusuf (as)'a karşı tavır alıyorlar? Böyle bir şey olur mu? Hep beraber sevmeleri lazım, hep beraber sevdirtmeyi amaçlaması lazım. "Yusuf'u öldürelim" diyorlar. Münafığın azgınlığını ve şeytani boyutunu burada görüyoruz."  (A9 TV, 28 Şubat 2016)

Münafık, Yalan ve İftiralarla Müslümanlar Arasındaki Sevgiyi Yok Etmeye Çalışır

Münafık en çok sevgiden rahatsız olur. Çünkü sinsi oyunlarla, sahtekar metotlarla dünyadaki maddi birçok nimeti elde edebilir ama ruhundaki şeytanlık ve alçak karakteri nedeniyle 'hiçbir zaman için gerçek sevgiyi yaşayamayacağını' bilir. Bu haliyle ne onun başkasını; ne de bir başkasının kendisini sevmeyeceğinin farkındadır. İşte bu da, münafık için büyük bir 'yürek acısı'dır.
Bu acı ve 'asla elde edemeyeceği bir nimete karşı duyduğu kıskançlık', münafığı her türlü alçaklığı yaparak 'intikam almaya' iter. Allah bir Kuran ayetinde münafığın, Müslümanlara zarar verebilmek ve onlardan intikam almak için başvuracağı yöntemlerden bazılarını şöyle haber vermiştir:
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran, aşağılık, Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik içinde söz ve haber taşıyan), Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar, Zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik; (Kalem Suresi, 10-13)
Ayetlerde de açıklandığı gibi münafık, aşağılık, zorba, saygısız ve saldırgan bir mahluktur. Her türlü hayrı ve güzelliği engelleyebilmek için elinden geleni yapar. Müslümanlar hakkında seri yalanlar uydurarak, iftira atarak, aralarında söz getirip-götürerek, asılsız haberler taşıyarak ve yalan yere yeminler ederek Müslümanlara karşı mücadele verir. Bu aşağılık yöntemlerle, Müslümanların arasını açabileceğini, onları birbirlerine düşürebileceğini ve böylece aralarındaki sevgiyi yok edebileceğini düşünür. Bir Müslümanın yanına gidip, "Falanca şöyle bir şey dedi, bilmiyorum tabii tam olarak kimi kastetti ama, bana sanki senden bahsediyormuş gibi geldi" der. Bir başkasına yanaşıp "Şu kişiyi seninle ilgili konuşurken duydum; ortalığı dağınık bıraktığın için sana biraz kızmış herhalde" der. Yine bir başka Müslümana da, "Şu kişi senin yaptığın yemeği pek beğenmemiş, uzun uzun eksiklerini anlattı" der.
Bazen de bu sinsiliğini 'o an için ispat edilmesi mümkün olmayacak' konuları kullanarak yapar. Örneğin "Geçen gün şu şahsı gördüm, sana çok ters bakışlarla bakıyordu" der. Ya da "Sen iyi ki o tarafa dönük değildin de görmedin; falanca senin kıyafetine çok küçümseyen bakışlarla baktı" der. Münafığın bu sözleri baştan sona yalana dayalıdır. Dahası bunların her biri aslında günlük hayata dair çok sıradan ve önemsiz konulardır. Müslümanların da üzerinde duracağı, büyüteceği, vakit ayırıp gündem yapacakları, üzerinde uzun uzun yorumlar yapacakları mevzular da değildir. Ama münafık bu sıradan konularla bile olsa, Müslümanlar arasında fitne ve ayrılık çıkarmak, kalplerinde burkuntu oluşturmak, birbirlerine olan saygı, sevgi ve güvenlerini zedelemek ister. Ayette bildirildiği gibi, 'alabildiğine ayıplayıp kötüleyerek''Müslümanlar arasında birbirleri hakkında haber taşıyarak''yalan söyleyerek', 'iftira atarak''konulara eklemeler-çıkarmalar yaparak''basit bir şeyi abartılı kelimelerle çarpıtarak' sinsice oyunlar oynar.
Ancak münafık bazen de 'açıkça çirkeflik yaparak' Müslümanları birbirlerine düşürmeye çalışır. Alenen saldırganlaşarak, bağırıp çağırarak, öfkeyle, züppe ve küstah bir üslupla, 'bir Müslümanın sözde ne kadar kötü huylu, ne kadar art niyetli ve sahtekar olduğunu' anlatmaya başlar. Sözlerinin tamamen 'iftiradan ibaret olduğu' açıktır. Bu nedenle de Müslümanlar onun hiçbir iddiasına itibar etmezler. Ama içindeki kin, öfke ve kıskançlık bir türlü yatışmadığı için, anlattıklarına inanılmamasının da ayrı bir samimiyetsizlik olduğunu iddia eder. Müslümanları adaletsizlikle, bir tarafın sözüne inanıp, diğerini haksız yere korumakla itham eder. Yalanlarının ve çirkefçe metotlarının ardı arkası kesilmez. Hırsını alamadığı için, bu tür yöntemlerle 'sürekli olarak Müslümanlar hakkında aynı iftiraları atmaya, aleyhlerinde bir fikir oluşturana kadar onları kötülemeye' devam eder. İstediği, Müslümanların ona, "Evet, şu kişi gerçekten çok kötü bir insanmış; sahtekar ve samimiyetsizmiş" demeleri ve 'ona artık güvenmediklerini, onu sevmediklerini söylemeleri'dir. Çünkü münafık ancak bu sevgiyi yıprattığını görebilirse rahatlar.
Allah Kuran'da münafıkların, ''hayrı engelleyip sürdüren' kimseler olduklarını da bildirmiştir'' (Kalem Suresi, 12). İşte münafıkların en sinsi yöntemlerinden biri bu tür sinsi ve alçakça yöntemlerle, 'her türlü hayrı engellemeye çalışmaları'dır. Müslümanların hoşuna gidecek, onlara nimet olacak, onları mutlu edecek, huzur getirecek, hayırlı ve güzel olan her şeye engel olmak ister. İşte 'sevgi' de Müslümanların en önem verdikleri nimetlerden biri olduğu için, münafık bu hayır ve güzelliği de mutlaka onlardan uzaklaştırmaya çalışır.
Ne var ki, Müslümanlar asla ve asla bir münafığın şeytani zekasının ürünü basit yalanlarla, iman eden bir insan hakkında kanaat değiştirmezler. Aksine o kişiye yaptığı alçakça tavırlar ve attığı kalleşçe yalanlar nedeniyle, o Müslümana olan sevgi ve şefkatleri daha da artar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder